Future Tellers / Gelecek Anlatıcıları Diyalog Serisi Devam Ediyor!
Digilogue Zoom & Zorlu PSM Youtube
10 Eylül 2020
2020 yılına yıldırım gibi düşen ve birçok sektörün dinamiğini sarsan Covid-19 şüphesiz kültür sanat endüstrisini de derinden etkiledi. Pandemi döneminde dijital mecralarda üstlendiği anti depresan görevi ile sosyal fayda etkisi öne çıkan fakat fiziki mekanları adeta ışık hızıyla kış uykusuna yatırılan kültür sanat endüstrisi, pandemi ile birlikte karşılaştığı problemler, kurduğu diyaloglar, haşır neşir olduğu dijital mecralar ve ürettiği çözümlerle derin bir “yeniden yapılanma” sürecine girdi.
Aynı anda etkilenen toplulukların edindiği ortak deneyim, yeni öğrenme süreçleri için nasıl bir katalizör oluşturuyor? Birbiri ile ilintili olarak yaratıcı endüstriler, kültür-sanat alanları ve toplumsal davranışlar nasıl şekilleniyor? gibi soruları inceleyen Gelecek Anlatıcıları, 2017 senesinde Digilogue kapsamında Zorlu PSM’de ilk defa bir zirve olarak düzenlenmiş ve teknolojinin insani değerler üzerindeki etkisini, teknolojiyle insanlığın yaşadığı yarışı ve birlikteliğinden doğan ortak kazanımları yapay zeka, mimari, bilim, teknoloji ve etik gibi farklı disiplinler ekseninde ele almıştı.
Zorlu PSM, Digilogue ve İKSV işbirliğinde düzenlenen Gelecek Anlatıcıları diyalog serisi “Toplumsal Dönüşüm ve Yaratıcı Endüstriler” başlığı altında düzenlediği webinar’larda profesyonelleri bir araya getirerek şeffaf bir diyalog alanı yaratmayı, yaratıcı endüstrilerdeki aktörleri buluşturmayı, kurumlar arası insani diyaloglara alan açmayı ve destek ağları örmeyi hedefliyor. 20 Ağustos’ta başlayan ve Eylül ayının sonuna dek devam edecek olan webinar serisinde kültür sanat endüstrisindeki yerel kurum ve aktörlerin yanı sıra; uluslararası aktörler de diyaloğa katılıyor. Soru, yorum ve önerilerinizi webinar esasında ve süreç boyunca info@digilogue.com adresiyle paylaşarak Digilogue ekibine ulaştırabilir, kolektif bilginin şekillenmesine katkı sağlayabilirsiniz.
Gelecek Anlatıcıları webinar serisinin Uluslararası Kültür Sanat Sahnesi konulu üçüncü oturumu 10 Eylül saat 19:00–20:15 arasında Artsy’nin Küresel Stratejik Ortaklıklar Yöneticisi Anlam de Coster moderatörlüğünde, Southbank Centre Çağdaş Müzik Yönetmeni Bengi Ünsal, Lincoln Center Yöneticisi Jordana Leigh, Barbican İnterim Artistik Direktörü Leonora Thompson, Elbphilharmonie Yöneticisi Nils Hansen, Harpa Yöneticisi Svanhildur Konraosdottir, Cleveland Museum of Art Yöneticisi Thomas Welsh katılımıyla gerçekleştirildi. Oturumun işaret dilinde aktarımı Berrak Fırat tarafından eş zamanlı olarak gerçekleştirildi. Webinarı Youtube kanalımız üzerinden izleyebilirsiniz.
Londra merkezli Anlam de Coster Arslanoğlu, şu anda sanat ve tasarım için en büyük küresel çevrimiçi pazar olan Artsy'de Küresel Stratejik Ortaklıklar'ı yönetiyor. Önceki deneyimi, İstanbul Modern, SALT, IKSV ve Musée des Arts Décoratifs gibi kurumlar için küratörlük projeleri, sanat yönetimi, iletişim ve ARTINTERNATIONAL, PAD London ve NOMAD gibi sanat fuarlarını kapsamaktadır. Anlam, 2009 yılında Sciences Po'dan (Paris) Cum Laude'den mezun olmuştur ve Sanat ve Medya Yönetimi alanında yüksek lisans derecesine sahiptir. Galatasaray Üniversitesi (İstanbul) ve Sorbonne Üniversitesi'nde (Paris) eğitim gördü ve ekonomide lisans derecesine sahiptir.
Bengi Ünsal, Thames Nehri’nin güney kıyısındaki Birleşik Krallık’ın en büyük sanat merkezi Southbank Centre’da Çağdaş Müzik Başkanıdır ve burada ikonik mekanlarında 200’den fazla konser ve çağdaş müzik performanslarından oluşan bir yıl boyunca programdan sorumludur. Su an dünyanın en uzun soluklu sanatçı küratörlüğü festivali olan ödüllü Meltdown’u yönetiyor. Bengi, Londra’ya taşınmadan önce Salon İKSV’nin (İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın bir parçası) kurucu direktörüydü.
Jordana Leigh, 2009 yılında açılmasına yardım ettiği Lincoln Center'daki David Rubenstein Atrium'un Direktörüdür. Atrium, 11 yıldır samimi bir ortamda yenilikçi, uluslararası sanatlara ev sahipliği yapmaktadır. Son on yılda Atrium 1000'den fazla performans üretti, 45 yeni eser sipariş etti ve 100 ülkeden sanatçıları sundu. Leigh yönetmen rolüyle, temel haftalık sunum dizisini New York City'nin çeşitliliğini yansıtacak şekilde yeniden tasarladı. Film gösterimlerini sunmak, güncel siyasi ve sosyal konular hakkında diyalog kurmak için VICE Media ile ortaklık kurdu.
Leo, Barbican Center’daki sanatsal, pazarlama ve iletişim işlevlerini yönetmektedir ve Barbican’ın sanatsal programının formülasyonundan, uygulanmasından ve sunumundan sorumludur. Ağustos 2019’dan beri sanat liderliğinde geçici görevler üstleniyor; Eylül 2019 – Mart 2020 arasında Galler için yeni Müzik Fonu Anthem’in Geçici İcra Kurulu Başkanı olarak görev yaparken, aynı zamanda halen birlikte çalıştığı bir organizasyon olan National Theatre Wales’in Geçici Ortak İcra Kurulu Başkanı olarak görev yaptı. Bundan önce yedi yıl boyunca Barbican Center’da İzleyiciler ve Geliştirme Direktörü olarak çalıştı.
1962 yılında Hamburg'da doğdu. 1993-2009 yılları arasında Kampnagel Hamburg'da Prodüksiyon Müdürü olarak çalıştı. Daha sonra Elbphilharmonie-und Laeiszhalle Service GmbH'nin produksiyon müdürü oldu. Bu süre zarfında çeşitli müzik programları ve festivaller yönetti. 2017 yılında Elbphilharmonie-und Laeiszhalle Service GmbH'de operasyon ve üretim müdürü oldu. Bu görevini bugün halen sürdürüyor.
Svanhildur, İzlanda’daki kültür sektöründe yirmi yılı aşkın başarılı deneyime sahiptir. 2004 yılından bu yana Harpa’ya, Harpa’nın operasyonlarının yapımını ve hazırlanmasını denetleyen şirketin yönetim kurulu üyesi olarak bağlıydı. Ardından 2011–2016 arasında yönetim kurulunda görev yaptı. 2017 yılında Harpa’nın müdürü oldu. Son yıllarda Svanhildur, Reykjavik Şehri kültürel, sanatsal ve turistik faaliyetlerden sorumlu Reykjavik Kültür ve Turizm Direktörü olarak görev yapıyor.
Thomas M. Welsh, 2007 yılında Cleveland Sanat Müzesi'nin sahne sanatları bölümüne katılarak klasik müzik programlarını yeniden canlandırdı ve hem müzenin etkili Gündönümü yaz festivalini hem de City Stages müzik serisini yarattı. Müzeye gelmeden önce Welsh, San Francisco'daki New Albion Records ve Elision Fields’da sanatçı yönetimi yaptı. Müze ile paralel yürüttüğü konser programları, uluslararası erişim gücü, ve maceracı ruhuyla dikkat çekiyor.
Kültür sanat endüstrisi pandemi sürecinde yerel toplulukların ihtiyaçlarına nasıl yanıt verdi? Virüsün oyunun kurallarını değiştirmesiyle ekonomik modellerini nasıl revize ettiler?
Gelecek Anlatıcıları’nın üçüncü oturumu uluslararası kültür sanat sahnesinin pandemi sürecinde karşılaştıkları zorluklar ve verdikleri tepkileri dinlemek üzere dünyanın dört bir yanından bugünün ve yarının kültürel manzarasını şekillendiren kurumları konuk alıyor. Kültür sanat endüstrisi pandemi sürecinde yerel toplulukların ihtiyaçlarına nasıl yanıt verdi? Virüsün oyunun kurallarını değiştirmesiyle ekonomik modellerini nasıl revize ettiler? gibi soruların konuşulduğu panelde; prestijli kültür sanat kurumlarının salgının getirdiği farkındalıkla elitist yaklaşımlarından sıyrılıp nasıl daha toplumsal bir yere geldikleri anlatılıyor.
Salgın birçok kültür sanat kurumunu belirsiz süreler için aniden kapanmaya zorladı. Bu krize hazırlıksız yakalanan, geriye kalan kısıtlı gelir kaynağı ile topluluklarıyla farklı yollar üzerinden paylaşmaya devam eden kurumların kırılganlıkları daha da arttı. Birkaç istatistikle durumun vehametini yalnızca Amerika Birleşik Devletleri üzerinden göstermek gerekirse; Amerikan Müzeler Birliği’ne göre Amerikan müzelerinin 3’te 1’i bu krizden sağ çıkamayabilir. Brookings Enstitüsü ise yalnızca yaratıcı endüstriler için ABD’de 2,7 milyon iş kaybı ve mal ve hizmet satışlarında 150 milyar dolardan fazla kayıp öngörüyor.
Tarih boyunca sanatçılar ve onları izleyicileriyle buluşturan altyapılar birçok savaş, ekonomik kriz ve sosyal değişimle karşı karşıya kaldı; yukarıdaki endişe verici istatistiklere rağmen geçmişe göz attığımızda endüstrinin daha dayanıklı olmak ve hayatta kalmak için bir metamorfoz sürecine gireceğini söyleyebiliriz. Bu kaotik dönemde yaratıcı endüstrileri yapılandıran temel değerleri ve ilkeleri yeniden düşünerek, karşımıza çıkan fırsatları iyi değerlendirip yerel topluluklarla daha demokratik ve sürdürülebilir bir gelecek inşa etmemiz mümkün. Gelecek Anlatıcıları’nın bu webinar’ı dönüşümlerin nasıl gerçekleşebileceğine ışık tutuyor.
Webinar’ın coğrafi konumları ve hükümetlerinin kültür politikalarına bağlı olarak farklı gerçekliklere sahip konukları ortak bir paydada buluşuyor: İkonik binaları ve vizyoner programlarıyla bu kurumların hepsi kendi alanında lider statüsünde. Kültür sanat camiasının crème de la crème üyeleri etkileyici mimarileri ile şehrin simgesi olmanın ötesinde üstlendikleri sosyal sorumlulukla fırtınalı zamanlarda bize rehberlik eden ve yaşamın anlamını, insan olmayı, dünyanın güzelliğini hatırlatan deniz fenerlerine dönüşüyor.
Pandeminin üç ana alan üzerindeki etkisi inceleniyor: kültürel kurumların sosyal rolü, ekonomik modelleri ve programlarını dijitale taşıma süreçleri.
Karşılaşma ve öğrenme mekanları olarak kültür sanat kurumları kentsel dokuda hayati konuma sahip ve bu kurumların yokluğunda kent sakinleri şehrin hayat damarlarından bir tanesini, nefes alabilecekleri bir kamusal alanı kaybediyor. Pandemide fiziksel varlığı bir anda hayalete dönen bu merkezler gösterişli binalardan ibaret olmadıklarını kanıtlıyor ve yaşayan organizmalar olarak yerel topluluklarıyla paylaşmaya, dayanışmaya devam ediyor.
Metropolitan Opera, Juilliard Konservatuarı gibi dünyanın en prestijli kültür sanat kurumlarından bazılarına ev sahipliği yapan Lincoln Center’ın pandemiye ilk tepkisi yerel toplulukla bağ kurmak oluyor. 64 yaşındaki performans sanatları merkezi yalnızca beton ve camdan oluşan fiziki bir binadan ibaret değil; aksine kurum kendini mahallenin manevi ve canlı bir sakini olarak konumlandırıyor. Kurum, toplumsal hafızada ve kent dokusunda sahip olduğu kilit konumun da bilinciyle, pandemi etkilerinin çok sert ve acı hissedildiği New York’ta kendi tanımının dışında aksiyon alarak bir an önce komşularla dayanışma mekanizmalarını hayata geçiriyor. Çocuklar için konserler ve atölyeler gibi iki farklı dijital etkinlik yaratarak çocuklara yeni bir dünya sunarken; aynı anda evden çalışıp çocuk bakmak zorunda olan ebeveynlerin ihtiyaçlarına yanıt veriyor. Şehrin yaşadığı büyük kayıp için ise Memorial for Us All adında anma konserleri serisi başlatılıyor. Sanatçıların ve birçok inançtan din insanının yer aldığı bu etkinlikle pandeminin yakınlarını kaybeden kimseler için neredeyse imkansız kıldığı veda etme ve yas tutma ritüelleri farklı bir boyutta mümkün kılınıyor. Konserde anılacak insanların ismi yerel topluluktan alınarak, eserlerin içine entegre ediliyor ve anma konserlerinde genelin ötesinde, kişisel düzeyde bir etkileşim yaratılıyor. Love from Lincoln Center adlı başka bir projeyle ise virüsle savaşta kendini tehlikeye atan sağlık çalışanlarına çevrimiçi konserler ile teşekkür ediliyor. Juilliard Konservatuar’ından öğrenciler pandemi döneminde özgürlüklerinden en çok mahrum kalan ve dönemi en zorlu atlatan yaşlı vatandaşları düşünüyor; öğrenciler zaman zaman topluluğun yaşlı üyelerinin evlerine konuk olarak birebir konserler veriyor. Pandemiye dair sosyal sorumluluk bilincinin yanı sıra merkezin bir diğer gündemi siyahi vatandaşların sosyal adalet ve hak taleplerini merkeze alan Black Lives Matter hareketi ve Lincoln Center bu gündem doğrultusunda tarih boyunca kenarda kalmış sanatçıları merkeze aldığı daha kapsayıcı bir program tasarlıyor.
Kentsel dokuyla bu denli bütünleşmiş bir diğer mekan ise Atlantik Okyanusu’nun öbür ucunda, İngiltere’de bulunan 69 yaşındaki Southbank Center. Gündüzden geceye uzanan saatlerde herkese açık olan Londra’nın 5. en çok ziyaret edilen mekanı; bir performans sanatları merkezi olmanın yanı sıra insanların çalışma alanı, buluşma noktası, çocuklara oyun parkı, güzel bir yemek yeme yeri olmak gibi misyonlara da sahip. Bu özelliğiyle bir toplum merkezi gibi işleyen Southbank Center yaşayan bir organizma olarak 6 ay önce pandemi yüzünden aniden bütün kapılarını kapatmak zorunda kaldığında topluluk ve sanatçılarla ilişkisi direkt olarak zedeleniyor. Kurum finansal sebeplerden ötürü hala kapılarını açabilmiş değil ancak kapalı olduğu bu süreçte dahi topluluğuna faydalı olmak için bazı projeler geliştirmiş. Pandemide derin biçimde izole olmak zorunda kalan yaşlı kent sakinleri için Art by Post adında bir projeyle ev adresine yaratıcı aktivite kitapçıkları gönderip demansı olan farklı vatandaşlar için telefon üzerinden workshoplar düzenliyorlar. Dijital okuryazarlığı yüksek olmayan insanlara geleneksel yollardan ulaşmanın yolunu bulan bu ilham verici projelerin yanı sıra Southbank Center’ın dış mekanında Everyday Heroes adında sağlık çalışanlarına adanmış bir sergi yer alıyor. Kurum kendine ait projelerle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda bir dayanışma örneği sergileyerek, yüksek erişime sahip dijital platformlarında diğer kurumların aktivitelerini içeren öneri mektupları yayınlıyor Böylece diğer kurumların etkinlik ve mesajlarını daha geniş bir tabana yaymayı amaçlıyor.
Londra’daki en büyük mekanlardan 38 yaşındaki Barbican ise pandemide toplulukla olan ilişkisini yeniden sorgulayarak bazı dersler çıkarıyor. 12 yıllık kemer sıkma politikaları, git gelli ve oldukça tartışmalı Brexit süreci, Black Lives Matter hareketi gibi faktörlerin kurumu durup düşünmeye itmesi sonucu Barbican üstlendiği sivil rolün daha belirgin, daha geniş olması gerektiği kararına varıyor. Kurum ayrıcalıklı konumunun farkına varıp aynı avantajlara sahip olmayan komşularını daha çok düşünmeye başlıyor. Birleşik Krallık’ta kültür sanatın çoğu hala ülkenin en zengin veya en iyi eğitime sahip %8’i tarafından tüketiliyor. Bu istatistiği değiştirmeyi hedefleyen kurum artık nasıl daha farklı insanlarla daha farklı ilişkiler kurabileceğini araştırıyor. Barbican’ın pandemi döneminde yer aldığı projeler de yeni felsefesiyle aynı çizgide. Kurum, birçok insanın dijital bir yoksulluk içinde olduğunu göz önünde bulundurarak, yaratıcı aktiviteler içeren oyun paketleri tasarlayarak karantinada birçok aileye ulaştırıyor.
Pandemi etkisini dünyanın geri kalanına göre daha hafif koşullarda yaşayan ve yalnızca 5 haftalığına kapalı kalan İzlanda’nın 9 yaşındaki ödüllü performans sanatları merkezi Harpa bu süreçte yerel toplulukla kurduğu ilişkiye dair önemli içgörüler geliştiriyor. Pandemi öncesi 2 milyon ziyaret alan kurum, pandemiyle birlikte bu sayıyı turistlere borçlu olduğunu keşfediyor. Reykjavík sakinleri bir konser veya performans olmaksızın Harpa’nın ödüllü binasını ve geniş fuaye alanını ziyaret etmiyor. Öyle ki karantina sürecinin ardından fuaye alanındaki restoranlar ve dükkanlar gibi birçok işletme kepenk kapatmak zorunda kalıyor. Harpa’nın yeni normaldeki hedeflerinden bir tanesi de mekanı kent sakinleri için doğal olarak çekici bir meydan haline getirmek. Kurum pandemi sürecinde kentin ve topluluğun ihtiyaçlarına farklı ve bazen beklenmedik yollardan yanıt veriyor. Şehrin en büyük yeraltı otoparkına sahip olan Harpa, bu alanı sağlık sektörü ve hastanelerle işbirliği yaparak bir virüs tarama merkezine dönüştürüyor. Dijitalde yayınladıkları konserler ve çocuklar için düzenledikleri sanal aktivitelerin yanı sıra Harpa’nın “Rolls Royce”’u olarak tanımladıkları büyük konser salonunu Ulusal Yayın Şirketi’yle birlikte kullanarak bakım evindeki yaşlı vatandaşlar gibi dijitaldeki fırsatlara erişimi olmayan farklı kesimlere erişiyorlar.
Dünyadaki farklı işletme modellerini görmek ve karşılaştırmak çözümleri çeşitlendirmek ve sentezlemek adına oldukça faydalı. Kıta Avrupası, Birleşik Krallık ve Amerika arasındaki finansal model farklılıkları değişik hayatta kalma stratejilerine ışık tutuyor.
New York ve Londra’ya kıyasla oldukça homojen bir şehir olan Hamburg’daki meşhur performans sanatları merkezi 3 yaşındaki Elbphilharmonie’ye döndüğümüzde ise oldukça şeffaf finansal veriler ve bambaşka bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Hemen hemen herhangi pazarlama kampanyası olmadan bir sene öncesinden bütün etkinliklerini satabilen, Almanya’nın en başarılı konser evi Elbphilharmonie, sahip olduğu büyük sponsorlar ve ışık hızında satılan biletlerinden yıllar içinde biriken geliriyle pandemi sürecinde ekonomik sıkıntı çekmeyen nadir kurumlardan. Parasal problemi olmayan kurum insani bir refleksle karantina sürecinde işsiz kalan proje bazlı sanatçılara yardım için bir fon geliştiriyor ve 1 milyon euronun üzerinde para toplayarak birçok farklı kesimden sanatçıya destek yaratmayı başarıyor. Elbphilharmonie aynı zamanda büyük konser salonunu, küçük stüdyolarında pandemi şartlarında çalışamayan TV stüdyolarına kiralıyor. Kurum karantina döneminde kapalı kaldığı 5 aydan sonra açıldığı zaman topluluğa fayda sorumluluğu üstlenerek sosyal mesafe önlemleri ve sınırlı kapasitesiyle şehrin kültür sanat hayatını renklendirmeye geri dönüyor. 2100 kişilik alanda 600 kişilik kapasite ile düzenlenen bu konserler belki giderleri karşılamıyor ancak paha biçilemez bir sosyal fayda yaratıyor çünkü kent sakinlerine kültürün geri geldiğini hissettirerek bir deniz feneri rolü üstleniyor.
Hamburg’la keskin bir kontrast yaratan, panelistler arasından pandemiden en ağır darbeleri alan Southbank Center hibrit bir gelir modeline sahip. Bütçelerinin %30’unu İngiltere Sanat Konseyi’nden alan kurum gelirinin büyük bir çoğunluğunu ev sahipliği yaptığı bar ve restoran işletmelerinden elde ediyor. Covid-19’un getirdiği zorunlu kapanmayla birlikte Southbank Center gelirinin %60’ını tek gecede yitiriyor ve açılmayı umduğu 2021 senesinin Nisan ayına kadar tahminen 25 milyon pound zarar edeceği öngörülüyor. Bu zararla birlikte kurum toplu işten çıkarmalar gibi bir dizi zor karar almak durumunda kalıyor. 1.5 milyar pound’luk acil durum fonuna başvuru yapan kurum halen çözümler için beyin fırtınasına devam ediyor ve krizin içinde bir fırsat yaratıp içe dönerek temel değerlerini yitirmeden nasıl işletme modellerini yeniden kuracaklarını, sanatı demokratize edip farklı kesimlerin dahiliyetini arttırırken nasıl daha esnek ve dirençli olabileceklerini tartışıyor. Merkezi yönetim kollarından destek alan Southbank Center için sular daha dalgalıyken yerel yönetimin desteğini alan Barbican pandemi sürecini daha stabil geçiriyor. Southbank Center’ın aksine farklı işletme modeli sebebiyle sürekli şehirden destek alan Barbican’a döndüğümüzde pozitif ve negatif yanlarıyla bambaşka bir deneyimle karşılaşıyoruz.
Londra’nın Square Mile lakaplı finans merkezinde konumlanan Barbican, City of London Corporation adlı kamu ve özel sektörün tuhaf bir hibridi olan 900 yaşındaki bir emlak şirketinin bünyesinde yer alıyor ve gelirinin %60’ını buradan, geri kalan %40’ını ise bilet gelirleri, konferanslar ve özel etkinliklerden sağlıyor. Böyle bir şirket bünyesinde yer almak Barbican için çalkantılı dönemlerde bir güvenlik ağı görevi görüyor. Örneğin, kendi rezervine sahip olmayan kurumun yıllık gelirinin üçte birine yakın bütçe açığını bu sene için bağlı oldukları şirket karşılayacak. Gelecekte ise işler biraz daha karışık görünüyor çünkü kurumun bir sonraki sene bütçe açığı için bu modele benzer bir destek bulup bulamayacağı belirsiz. Çalışma hayatının şehir merkezinden çekilip evlere dağılmasıyla büyük şirketler Square Mile’daki mekanlarını yeniden gözden geçirmeye başlıyor ve City of London Corporation’ın ekonomik gücü azalma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Bütün bu faktörlerin karşısında Barbican giderlerini minimum %10 kısmak ve kiralama modellerinin üstüne daha çok düşmek gibi çözüm yöntemleriyle gelecek senelere göğüs germeyi hedefliyor. Geliştirdikleri bu işletme modellerinin yanı sıra mekanı demokratize etmek arzusuyla Barbican fuayesini yerel topluluğa açıyor ve oyun grupları, yoga dersleri gibi etkinliklerle mekanı yaşayan, halka dair bir organizma olarak yeniden tanımlamayı hedefliyor.
Merkezi ve yerel yönetimlerin yıldan yıla azalan desteği ile gelir kaynaklarını çeşitlendirme yoluna giden Birleşik Krallık kurumlarının aksine Amerika kıtasında ise gelir modelleri bu denli hibrit değil. Müzelerin ana gelir kaynağı kurumsal sponsorlar ve sadık bağışçılardan oluşurken bilet gelirleri ve fuaye işletmeleri gibi yan gelirler görece önemsiz kalıyor. Lincoln Center’dan Jordana Leigh sanatçıyı merkeze aldıkları ve çekirdek değerlerini unutmadıkları sürece destek bulmaya devam edeceklerini düşündüğünü, iyimser ve güçlü olduklarını belirtirken 104 yaşındaki Cleveland Sanat Müzesi’nden Thomas Welsh de benzer bir görüşü paylaşıyor. Cleveland gibi orta ölçekli bir şehirde, çoğu ABD müzesinin aksine sunduğu ücretsiz erişimle kent sakinlerinin sosyal hayatında eşsiz ve organik bir yere sahip olan mekan aldığı bağışlar sayesinde Cleveland’ın dünyaya açılan penceresi olmaya devam ediyor. Kurumun ana motivasyonu kozmopolit bir öğrenme ve diyalog alanı olarak varlığını sürdürmek. Anlık olarak cömert bağışlar ve üyelik destekleri ile sırtları dik olsa da müze gelecekte kiralama modelleri ile ek gelirini artırmayı hedefliyor.
İzlanda’da rekabetin olmadığı bir ekosistemde yer alan, gelirinin %30’unu şehir ve devlet fonundan sağlayıp; emlak vergisi olarak aldığı bu fonun %80’ine denk gelen bir meblağı şehre geri ödeyen Harpa’nın finansal modeli biraz karışık. Öyle ki performans sanatları merkezinin kaynakları borsaya dahi uzanıyor, kurumun Nasdaq’la çeşitli bağları var.
Reykjavík’in gözbebeği turizm gelirinin yok olması ve vatandaşların satın alma gücünün düşmesi ile ekonomik zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Sene sonuna kadar yıllık planlarının %70 gerisinde kalacağı öngörülen kurumun gelirlerinde %50’lik bir düşüş gözlemleniyor. Çalışanların maaşları kesiliyor, mesai saatleri kısalıyor ve işten çıkarmalar gerçekleştiriliyor.
Giderler azaltılmaya çalışılırken bir yandan faaliyet göstermeye devam etmek hem ekonomik hem de psikolojik olarak önem taşıyor. Buluşmak için fırsat yaratmak ve kültür sanatının anlamını canlı tutmak kurum için hala önemli. Ağustos ayında 4 gece düzenlenecek olan Björk konserlerine biletler belki de insanların bu açlığıyla hemen tükeniyor ancak ikinci dalga dolayısıyla bu konserler de önce Eylül, ardından Ocak ayına erteleniyor.
Karantina başladığında sanat piyasası için sanal araçları kullanmak ve dijitale adapte olmak nispeten daha kolay gerçekleşirken; performansın deneyimlenmesi ve insanların bir araya gelmesini doğasında barındıran sahne sanatları için dijitale geçiş süreci daha çetrefilli gerçekleşiyor.
Pandemi ile birlikte ekonomik zorluklar yaşayan performans sanatları merkezlerinin sanal bir vizyon inşa etmek ve dijital altyapı oluşturmak için gereken yatırımı yapmaya hazır olup olmadıkları önemli bir soru. Ekonomik kırılganlık ve dijitalin hala çok yeni, keşfedilmemiş bir alan olmasından ilerigelen çekingenliğin öbür tarafında dijitale yatırım yapmayı tercih eden az sayıda kimse bundan gelir sağlama ve geliri çoğaltma yolunda güzel sonuçlar da elde edebiliyor. Temmuz ayında Nick Cave’in Alexandra Sarayı’nda verdiği ve Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Robbie Ryan tarafından kayda alınan konser, dijitalde ücretli olarak yayına sunuluyor. Konserin başarısı bilet geliriyle de kalmıyor, bir albüm ve film ile taçlanıyor. Nick Cave örneği dijitalleşmenin doğru şekilde, inovasyon ve işbirliği ile yapıldığında sunabileceği fırsatları gösteriyor.
Dijitalin demokratikleşme ve global erişilebilirliği arttırma adına sunduğu fırsatlar ise kurumlar için heyecan verici ve harekete geçirici etmenler oluyor. Elbphilharmonie, konser salonunda verdiği konserlerin kayıtlarını eş zamanlı olarak açık hava sinemasında ve dijitalde yayınlayarak hibrit bir çözüm geliştiriyor. Southbank Center pandemi döneminde geliştirdiği Inside Out adlı kültür sanat podcast’ini ücretli olarak dinleyicilere sunuyor. Bengi Ünsal bu tercihlerini “Eğer sanatçının emeği ve zamanı için siz bir ücret ödemiyorsanız, sanatçının kendisi bir bedel ödüyor.” diyerek açıklıyor. Benzer şekilde Barbican da sosyal mesafeli olarak gerçekleşen klasik ve çağdaş müzik konserlerini kayda alarak dijitalde ücretli olarak yayınlıyor ve yine ücretli olacak şekilde çevrimiçi bir sinema platformu tasarlıyor. Leonora Thompson, pandemi olmasaydı dijitaldeki bu fırsatların çok daha geç keşfedileceğini belirtiyor. Dijitalde ücretli modeller Barbican’ın kendi finansman modellerini de sorgulamasına kapı açıyor; kendi tüzel kişiliğine sahip olmayan kurum yayın ve kayıt hakları konusunda sahip olduğu hareket alanını gözden geçiriyor. Kurum ileriki yıllarda dijitalde yayın aracılığıyla global erişilebilirliklerini arttırma hedefine sahip. Bu yoldaki finansal ve hukuki zorlukları aşmak için ise makul ve belki de daha bağımsız olduğu sözleşmeler yapmayı tasarlıyor.
Kurumlar Mart ayından beri içinde bulunduğumuz yeni gerçeklikte var oluşlarıyla ilgili birçok faktörü yeniden sorguluyor. Mevcut olarak yüklendikleri görevleri yeniden tanımlıyor, varoluş amaçlarını yeniden keşfediyor ve önceliklerini yeniden belirliyorlar. Bu düşünce treninin varış noktasında fildişi kulelerinden mahalleye inerek daha alçak gönüllü, kesişimsel ve topluluk odaklı bir yaklaşımdalar. Kent dokusu ve toplumsal hafızanın yapıtaşları olarak mahalle kodlarını tanıyan, sosyal tutkal işlevi gördükleri yeni pozisyonlarında demokratikleşme ve kent sakinlerinin meselelerini üstlenme gibi cesur değişimler de gösteriyorlar. Bu değişimle birlikte kamusal alan fiziki bir mekan olmaktan çıkıp, insanlara rehberlik eden bir deniz feneri misali anlamlı zihinsel bir varlığa da evriliyor. Ulaşılmaz mekanlardan umut alanlarına dönüşen kurumlar hayatta kalmak için bir dizi değişiklik yapmak zorunda.
Webinar’a katılan konuklardan dinlediğimiz heterojen işletme modelleri ve gerçeklikleri de göz önünde bulundurduğumuzda önümüzdeki yıllarda kültür politikalarının yerel ve ulusal düzeyde yeniden tasarlanacağını öngörebiliriz. Ani değişimler karşısında daha dayanıklı ve esnek olmayı hedefleyen kurumlar, topluluklarını koruyarak ve onlarla birlikte üreterek çok daha demokratik bir geleceğe doğru yol alacaklarının sinyallerini veriyor.